Beyaz Ruslar "Göçle Değişen Hayatlar"


 

 Kadınlar bana bakardı. O zaman Beyaz Ruslar vardı
Ve korkunç çalgılar vardı meyhanelerde

Örücü Nikolanın evi vardı, kendi yaptığı votkaları
Vardı Nikolanın. Paskalyada
Çörekler alırdı bize Nikola. O zaman ne güzel yağmurlar da
yağardı
Saçak altları ne güzeldi. Biri kapıyı açardı
Eski resimler çıkardı, resim resim kokardı onlar”

 

                                                                                                                                                Edip Cansever

 

(Bu metin 23 Haziran 2025 günü KLY Platformunda sunulmuştır) 

GÖÇLERLE DEĞİŞEN HAYATLAR

Göç, insan toplumlarının çeşitli sebepler ile yerlerinden ayrılması veya ayrılmak zorunda kalması hadisesidir. Göçler, bazen insanların bilgi ve becerilerini geliştirmek; bazen da belirli korku ve tehditlerden uzaklaşmak için mecburi olarak yerlerini terketmesi gibi iki boyutlu olarak düşünülür.

Dünya’da  bilgi, sanat ve eğitim merkezli göçler, iletişim ve teknik imkanların gelişmediği dönemlerde yapılan ve insanlığa büyük gelişmeler ve fırsatlar sağlayan buluş ve keşiflerin  ortaya çıkmasına yol açmıştır.  

Günümüzdeki göçler, maalesef büyük devletlerin toprak, yeraltı kaynakları ve stratejik noktaları ele geçirmek için başlattığı saldırganlıkların bir sonucu olarak gerçekleşmektedir.

Geceye basit bir şarkıdan ziyade, cilt cilt yazılmış bir felsefe kitabının özeti olan bir parça ile başlıyoruz. Peter Sinfield’ın sözlerini yazdığı King Crimson’dan Epitaph. Savaş ve hırsların kısa bir özeti.



Tarih boyunca Anadolu ve Türkiye konum itibariyle belki de Dünyadaki tüm ülkelerin aldığı kadar savaş görmüş ve göç almıştır.

Bu gün Suriye, Irak, Afgan, İran’dan göçler gündemimizde. Ancak bu gece 100 yıldan biraz fazla geçmişe gideceğiz.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Sahnenin Dışındakiler” romanında, Mütareke yıllarında, asıl “sahnede olan” Anadolu’dakileri değil, o sahnenin dışında, işgal altındaki İstanbul’da, yüreği sahnede ama varlığı o sahnenin dışında kalmış olan bir avuç Osmanlı aydının hüzünlü hikâyesini anlatır.


 

Romanın bir yerinde anlatıcı Cemal ile İhsan Beyoğlu’na çıkar, Cadde-i Kebir’de yürürler. “Yetmiş çeşit milletten insanın hep birden eğlendiği bu birkaç yüz metre uzunluğundaki cadde, kendi tevekkülünün ve ıstırabının gecesine kapanmış eski İstanbul'un yanı başında bugünün egzotik romanlarında hikayesini okuduğumuz bir nevi Şangay ve Singapur gibi asıl maddesine çok derinden yabancı, haşin, köksüz ve gürültülü parlıyordu.”

“Ruskaya İzyoşka” lokantasına girerler. “Sade, fakat çok temiz giyinmiş” birkaç Beyaz Rus kadın garson, masaların arasında dolaşıyor. İhsan “esmer, süzgün gözlü, uzun boylu bir kızın” masasını tercih eder, oturur yemeklerini ısmarlarlar. Siparişleri alıp giden güzel kızın arkasından bakan İhsan, Cemal’e der ki:

“İstanbul’da çok Beyaz Rus var. Gelir gelmez şehrin hayatına girdiler.”

Romanın kahramanı İhsan, şehre yeni gelmiş anlatıcı Cemal’e, Beyaz Rusların şehir hayatında yarattıkları değişiklikleri anlatmaya başlar yemekte. İki sene içinde İstanbul’da yeni yeni açılmaya başlamış olan adım başında bir lokanta, bar, pastane, küçük eğlence yeri onların eseridir. İhsan’a göre kadınları “bize çok şey aşılayacak” gibi der.

Evet bu akşam Beyaz Rusların bıraktığı izleri bulmaya çalışacağız. 


 

Geçen ay sonu KLY programı belli olduğunda açıkçası zaten sıkıcı, üzücü ve umutsuz günlerde biraz yumuşak biraz sakin bir program düşünmüştüm. Ancak geçen hafta sonu İstanbul seyahatimde 1924 Beyoğlu’da bir yemek yeme fırsatı olunca bu konuya yöneldim. 



 


1924’te ilk olarak Turquosie adıyla kurulan, 1932’de Mihail Mihailoviç, Tevfik Manars, Vera Çirik ve Vera Protoppova’nın Rejans adını verdiği mekân, bugün İstiklal Caddesi Olivya geçidinde 1924 İstanbul adıyla hizmet vermekte. Michelin tavsiye listesinde


 

1917 yılında Çar ve ailesinin öldürülmesinden sonra bir iç savaş ve yıkım bataklığına saplanan Rusya’da kardeş savaşının mağlupları hayatta kalabilmek için işgal altındaki İstanbul’un insanlarına sığınmaya başlamıştı. Pay-i tahtın o zamanki nüfusu 900 bin civarındaydı; ama 150 binin üzerinde Beyaz Rus’a kapılarını açmıştı.

Ekim 1919 da Kızıl Ordu’nun başında Lev Troçki, Beyaz Ordu’nun başında General Denikin vardı. Beyaz ordu yenilgiye uğradı; savaşçılar Kırım’a sığındı. 1920’nin Mart’ında ise 200 bin kişilik Beyaz Ordu, 600 bin kişilik Kızıl Ordu karşısında tamamen yenildi, Kızıl Ordu, 1920’de Kırım’a girdi. Beyaz Ruslarda bozgun başladı. Bulabildikleri her deniz vasıtasıyla, geride her şeylerini, vatanlarını, mallarını mülklerini, ailelerini, çoğu çoluğunu çocuğunu bırakarak Karadeniz’e açıldı. Bu konuda ABD donanması ve Fransızlardan yardım alındı. On binlerce Rus, Sivaspotol’dan balık istifi bir şekilde gemilere binerek bir bilinmeze doğru hareket etmeye başladı.


 

Kaçanların çoğu aristokrattı. Çarlık Rusya’sında üst düzey yöneticiydi, sanatkârdı, iyi meslek sahibi, birkaç dil bilen üst tabakadan insanlardı. Mülteci dolu yüze yakın gemi, üç gün sonra işgal altındaki İstanbul’a varmaya başladılar.


 

Burada biraz soluklanıp Rus romantizminin son büyük bestecisi, orkestra şefi, piyanist Sergey Rahmaninov’un 5 Morceaux de fantaisi’inden bir bölüm dinleyelim.



Devrimin ardından Rusya’dan kaçanların sayısı iki milyon kişiyi bulurken, bunların yaklaşık iki yüz bini de İstanbul’a gelir. Böylece İstanbul nüfusunun yüzde yirmisi mültecilerden oluşur. Aynı gemide yan yana yeni bir yaşama yelken açan soylular, burjuvalar, sirk cambazları ve uşaklar İstanbul’da da aynı kaderi paylaşırlar. İşgal altındaki İstanbul’da yaşam koşullarının çok zor olmasına karşın bu insanlar olağanüstü bir dayanışma sergilerler. Bir yandan zorlu bir yaşam mücadelesi verirken bir yandan da İstanbul’un sosyal hayatında derin izler bırakırlar. Bu yaşam mücadelesinde onları ayakta tutan en önemli unsur, bu zor günlerin geçeceği ve bir gün vatanlarına dönme umududur. Diğer yandan İstanbul’un tercih edilmesinin sebebi ise bu kentten Slav ülkelerine geçiş yollarının kolay olmasıydı. Ayrıca İtilaf devletlerinin işgali altında bulunan İstanbul, Komünist iktidara karşı bir askeri üst olarak kullanılması planlanıyordu.


 

Oysa bu plan hiçbir zaman hayata geçirilemedi. İstanbul’a getirilen askerlerin bir kısmı Gelibolu civarı, bir kısmı da Anadolu’nun çeşitli vilayetlerine dağıtıldı.

 


İstanbul’da kalanların büyük bir kısmı hayata tutunabilmek için çeşitli işler kurarak çalışmaya başladı. Bu sebeple direniş fikri kısa sürede unutuldu; ama mülteci Rusların İstanbul hayatına dâhil olması İstanbul’da büyük değişimlerin yaşamasına sebep oldu.

Bir Rus göçmen bu konuda şunları söyler: “Rusya’dan kaçarken hep şunları düşündük: 1492’de İspanyol engizisyonundan kaçan Yahudilere kapılarını açan tek ülke Osmanlıydı. 1920’lerde de bizi geri çevirmeyeceklerdi.” 1917 Devrimi’nden sonra dünyanın yedi bucağına dağılan Beyaz Ruslar, önce en yakın ilk durak, ardından özgürlüğe uzanan köprü olarak Türkiye’yi görürler. Bu seçimlerinin iki nedeni vardır. Birincisi; çoğunluk için en yakın ve en güvenli ülke Türkiye’dir. İkincisi; Osmanlının engin hoşgörüsü ve konukseverliği dünyaca meşhurdu.

Bir Fransız gemisine binerek İstanbul yolunu tutacak olan önemli Rus politikacılardan Petr Semyenoviç Bobrovski kaçış sırasındaki izdiham ve dramı şöyle yazacaktı:

Uçsuz bucaksız insan seli merdivenden yukarıya doğru uzayıp gidiyordu. Her askere yalnızca bir çuval götürme hakkı verilmişti. Fazlası anında denize atılıyordu. Bu binlerce kişiden oluşan kalabalık, yavaş yavaş bütün güverteye yayılıyordu, insanlar omuz omuza duruyordu.

Bunun geçici olduğunu, daha sonra kamaralara yerleştirileceklerini düşünüyordum. Bütün kamaraların dolu olduğunu ve bu insanların Konstantinopol’e güvertede gittiklerini sonradan öğrendim. Konstantinopol’e yapılan tahliye baştan sona korkunçtu.

Bütün gemiler tıklım tıklımdı, bazıları daha yoldayken su ve kömür sıkıntısı başlamıştı. Pislik hakkında konuşmaya bile gerek yok. En kötü yanı ise, tahliyede yaşanan eşitsizlikti.

 


 

Rus kardeş savaşı ibret vesikalarıyla doluydu. Bunlardan en sıra dışı olanı General Wrangel’e Kırım’da büyük bir mağlubiyet yaşatarak yüz binlerce insanı İstanbul’a süren ve bunu büyük bir övünç kaynağı olarak kamuoyuna deklare eden Komünist siyasetçi Troçki de sadece 10 küsur sene sonra bir sürgün olarak İstanbul yolunu tutacaktı. General Wrangel İstanbul’dan şöyle bahseder.


 

Boğaz hakkında çok şey okumuştum, ama bu kadar güzel olacağını beklemiyordum. Yeşillikler içinde kaybolmuş villalar, resim gibi vadiler, masmavi fondaki minarelerin narin siluetleri, gemiler, hemen her tarafa akıp giden yelkenliler ve sandallar, masmavi ve saydam bir deniz, resim gibi dar sokaklar ve karmakarışık bir kalabalık, hepsi orijinal ve olağanüstü güzeldi.


Yüz binler İstanbul kapılarına dayandığında İstanbul hükümeti gelen Rusları tutuklamayacağını ve onları mülteci statüsünde kabul edeceğini ilan etti bu kararı bu denli hızlı almasında Fransız baskısı da etkili olmuştu. On binlerle ifade edilen askerin şehre girişi oldukça tehlikeli bir durumdu; fakat Fransız hükümetinin Osmanlı’ya verdiği tek güvence askerlerin silahlarını toplayarak Zeytinburnu’nda bulunan depolarda muhafaza altına almaktı.

 


Bu ilticadan son derece rahatsız olan ve tehlikeli bulan en önemli kişi Anadolu direnişinin lideri Mustafa Kemal Atatürk’tü.

İlerleyen süreçte Beyaz Ruslar’ın beraberinde getirdiği silahlar Karakol Cemiyeti gibi yer altı direniş örgütlerinin çabalarıyla depolarından kaçırılarak Anadolu direnişine gönderilmiş ve Beyaz Ruslar bir tehlike olarak görülmemeye başlanmıştı. Çanakkale civarına yerleştirilen birçok Beyaz Rus askeri, Mustafa Kemal saflarında savaşma talebinde bulunması sebebiyle idam ile yargılanacak olması da yine kaderin cilvesiydi. 

Bir göçmen veya bir sığınmacı topluluğu bir yabancı memleketin bir yabancı şehrine gider gitmez o şehrin hayatına hemencecik girebilir mi?

Mültecilerin hayatı üzerine ettiğimiz dünya kadar laf, okuduğumuz onlarca roman, seyrettiğimiz filmler hep onların karşılaştıkları zorluklar, içine girdikleri topluma uyumları veya o toplumda yarattıkları rahatsızlıklar üzerinedir.

Kimisi sığınmacının ekmeğimizden çaldığını, kimisi de her şeyimizi altüst ettiğini düşünür.

Bu yüzden çok kişi öfkeyle yaklaşır onlara. Kendi sorunlarıyla baş edemeyenlerin büyük bir kısmı da o sorunların kaynağı olarak o göçmenleri, o sığınmacıları görür.

Başarısızlıklar karşısında günah keçilerini bulduğumuzda vicdanımız rahatlar belki de.

 

Osmanlı hükümeti, gelen Beyaz Ruslara onlara gözü gibi baktı. Beyaz Ruslar İstanbul’da kendilerini evlerinde hissetmeye başladılar. Gelirken yanlarına bavullarını almayı başaranlar, o bavullarda getirdikleri mücevherleri, pahalı kürkleri, nadide antika vazoları, şamdanları ekmek alabilmek için satmaya başladılar. İstanbul’un ikinci el eşya satan dükkanları bir anda porselenler, gümüşler, ipek masa örtüleri, atlas yatak takımları, nişanlar, sapı gümüş hançerler, sedef kakmalı kılıçlarla dolmaya başladı. Gramofon ve semaverler en çok göze çarpan aletlerdi. Üzerinde Çar resmi bulunan deste deste geçmez Rus parası çocukların oyuncağı olmuştu. 


 

Genç zabitler sokaklarda hamallık, taksicilik, dükkanlarda tezgahtarlık, zengin evlerinde uşaklık yapmaya başladı. Bir gazinoda eski bir general keman çalarken, bir matematik profesörü lokantada kasiyerlik yapıyor, Çarın yaveri otel kapıcılığı yaparken, bir kontes bir lokantada garson, meşhur bir piyanist seyyar satıcılık, bir tiyatro aktrisi bir batakhanede konsomatrislik yapıyordu.

 


“Sahnenin Dışındakiler” kitabına dönersek. İstanbul’u hınca hınç dolduran Beyaz Rusları ve onların meydana getirdiği dönüşümü şöyle tasvir ediyor;

İşgal ordularının şehre döktüğü para, kazanç şekillerini altüst etmiş, refah seviyesi tasavvur edilmeyecek derecede el değiştirmişti. Yabancı kuvvetlerin etrafında onların gündelik ihtiyaçları için hemen bir yığın yeni iş fikri çıkmıştı.

Biraz atılgan, cerbezeli yahut değerlere karşı az çok kayıtsız insanlar bu işlere sarılmışlardı, kaybedilmesi, kazanılması kadar kolay servetler elde etmişlerdi. Bu kolay servetin etrafında Beyaz Rus akımının çok başka mecralar ve şekiller verdiği büyük bir eğlence hayatı başlamıştı›.

Beyoğlu’nda bir yığın lokanta, bar, dansing açılmıştı, ağırbaşlı İstanbul efendilerinin bir vakitler gazetelerini okuyarak, alçak sesle dünya gidişi hakkında bedbinliklerini birbirlerine naklettikleri, sabah kahvesi ve akşam çayı içtikleri İstanbul kahveleri manzaralarını değiştirmişlerdi.

Beyaz Kafkas ceketli, ayağı siyah çizmeli, bol pudra içindeki kumral ve beyaz yüzleri düz çizgili, ince, eski hanımlarımızın kullandığı yemenileri andıran eşarplara sarılmış narin Rus kadınları ve kızları, çoğu prenses, kontes, yahut, yüksek burjuva ailesine mensup olduklarını› iddia ediyorlardı!

Öyle ki, batan Çarlık gemisinden hemen herkes bir asalet unvanı kurtararak gelmişti denebilir. Acayip ve çok tehlikeli bir peri kafilesi gibi, bu sakin baş dindirme mabetlerine, bir kısmı sakat, göğüsleri nişanlarla dolu, yine Kafkas ve Kazak kıyafetli erkekleriyle beraber üşüşmüşlerdi.


 


Rusların gelişiyle pek çok şeyin değişmesi gibi şehrin sanat hayatı da değişir. Gelenler arasında pek çok balerin, ressam, opera sanatçısı olduğundan, İstanbul’un sanat hayatı birdenbire renklenir. Şehir halkı ‘Sevil Berberi’ gibi operalar ve ‘Rasputin’ gibi bale gösterileriyle tanışır. Rus ressamlar sergiler açar, fotoğraf salonları açılır. Sinema sanatçısı İvan Mozhukhin’in başrolde oynadığı ‘Acılar Yolculuğu’ adlı filmde sanatçı kendi hikayelerini anlatır. İlk dalgada gelen müzisyenlerden Segei Pissanko de Romanovski boğazdaki yalılarda çok konser vermişti. Chijevski kemanın ressamı olarak nitelendirilen bir sanatçıydı. Bu iki sanatçı 1920’lerin ortalarında Amerika’ya gittiler.  Pera Palas Oteli salon orkestrasının şefi ve kemancı Pavel Alexeyevich Zamoulenko, çoğu Beyaz Rus müzisyen gibi 1920 sonbaharında gelmişti İstanbul’a. Gerçek bir virtüöz olarak ün salan sanatçı, özellikle Çaykovski, Beethoven, Liszt, Schubert, Borodin, Rimsky-Korsakov gibi bestecilerin yapıtlarından bölümler yorumlarken yoğun alkış alıyordu.

  

Beyaz Rus kadınlar, İstanbul’a geldiklerinde güzellik ve görünüşleriyle olay yaratırlar. Genelde duru beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü olan bu kadınlar başı açık gezip, kısa ya da ‘kloş’ tabir edilen etekler giyerler. Saçlar “çan kesimi” denilen şekilde kısacık kesilir. Kimileri saçlarına tülbent sararak ‘Rus başı’ modasını başlatır. İstanbul’a gelen Avrupa görmüş, Beyaz Rus aristokratlar, son modayı da beraberlerinde getirdikleri için, terzilik yapan İstanbullu şık hanımefendiler arasında büyük ilgi görürler.



Beyaz Ruslar en çok, en iyi bildikleri işte, eğlence sektöründe tanınırlar. Rus şarkılarına, Türkçe aranjmanlar yapılır. “Rus geldi aşka, Rus’un aşkı başka” sözleriyle oynanan Kazaska oyunu o günlerde meşhur olur. “Hatırla Sevgili’ diye tanınıp sevilen şarkı da aslında “Hatırla Margarit” diye başlayan bir Beyaz Rus şarkısıdır.



Bugünkü Çiçek Pasajı, adını o dönemde kapısında çiçek satan Rus kadınlardan alır. Sesinin güzelliğiyle ünlü fülürye kuşunun sesini dinlemeye gidilen mesire yerine Rus kadınlar telaffuz zorluğu nedeniyle “Florya” deyip mayolarıyla erkeklerle beraber denize girmeye başlayınca İstanbul’da adeta deprem yaşanır. Bir süre sonra ortaya çıkan plaj kültürü, Müslüman Türkler tarafından da benimsenir.



Göç dalgasıyla gelen Rus kadınların bazılarının bar ve restoranlarda çalışması ve Türk erkeklerinin buralara ilgi göstermesi önemli bir sosyal olay haline gelir. Bugün bütün Rus kadınlarına yapıştırılan “Nataşa” yaftası, o günlerde “Haraşo” şeklinde ortaya çıkar. “İyi, hoş, güzel” anlamına gelen Rusça sözcük ‘Haraşo’, Rus lokantalarında, barlarında, pavyonlarında, kabarelerinde, pastanelerinde sıkça duyulur. İstanbullular özellikle sarışın ve beyaz tenli Rus kadınlarına ‘haraşolar’ adını takar. Haraşo kelimesi, gazete köşelerine, fıkralara ve karikatürlere konu olur. Dönemin mizah dergilerinde, haraşoların hicvedildiği onlarca karikatür yayınlanır.





Reşat Ekrem Koçu İstanbul Ansiklopedisi’nde şöyle yazar: “Beyaz Ruslar İstanbul tarihçesinde önemli bir hatıraya sahiptir… Bu muhacir Beyaz Rusların büyük ekseriyeti Çarlık Rusya’sının en yüksek, görgülü, bilgili tabakasına mensuptu. İstanbul’da iş konusu olarak ilk düşündükleri şey, büyük şehrin mahrum olduğu eğlence yerleri açmak oldu. Bu arada İstanbul’un ilk barlarını açtılar. Açtıkları eğlence yerleri hakikaten kibar sanat mahfilleri oldu… Ak sakallı yarbaylar, albaylar, generaller, memleketinde malikaneler bırakmış zenginler, Beyoğlu Cadde-i Kebir’inde, boyunlarında basit tahta işportalar, kibrit, sigara, çikolata ve karamela sattılar.”



 


Beyaz Rus kadınlarının İstanbul’a gelişiyle birçok ailede huzursuzlukların başladığı rivayet edilir. Gerçekten de Beyaz Rus kadınlar bu nedenle son derece zor anlar yaşar. Çarın sarayında her türlü lüks ve konfora alışık kadınlar, Beyoğlu’nda garsonluk yapar, daha az şanslıları Galata pavyonlarında kokain satıp kendini pazarlar. Aralarında bulaşıkçı düşesler, tuvalet temizleyici kontesler, hastabakıcı baronesler, dadılık yapan nedimeler vardır. Bir bölümü boynunda sigara tablası, Pera’da bir aşağı bir yukarı dolaşır, kimi de gazete satar. Beyaz Rus kadınlarının övgüye değer yanı, iş ne olursa olsun çalışmaktan çekinmemeleridir.

 


Rus kadınlarının önemli bir faaliyeti de tombala oynatmalarıdır. İstanbul kahvehanelerindeki erkekler kolları, göğüsleri açık, güler yüzlü, sarı saçlı, mavi gözlü Rus dilberlerini karşılarında gördüklerinde cüzdanlarını sonuna kadar açmakta tereddüt etmezler. Olay öyle büyük boyutlara ulaşır ki Türk kadınlarının şikayetleri üzerine ‘Tombalacılarla Mücadele Derneği’ dahi kurulur. Sonunda tombala oyunu yasaklanır. ama Ruslar kumar konusunda birbirinden yaratıcı fikirlerle Türklerin aklını başından almasını biliyordu.

Tombalanın dışında Çarkçılık ve Hamam böceği yarışmaları gibi oyunlarla Beyaz Ruslar, Türklerin ceplerindeki son kuruşa kadar almanın yolunu bir şekilde buluyorlardı. 
Hamam böceklerinin arkasına bağlanan minik arabalarla yarışlar yapılıyor ve bu kumarda da Türkler büyük paralar kaybediyordu.

Rus yazar Çebışev, bu yarışları şöyle tasvir edecekti:

Oldukça büyük bir salon ve ortasında yine kocaman bir masa. Masa, hipodrom işlevi görüyor. Aslında hipodrom değil, kafarodrom. Uzunlamasına açılan kanallarda arkalarına telden arabalar bağlı hamamböcekleri koşuyor. Etraf aç gözleri pırıl pırıl parlayan insanlarla dolu. Hamamböceklerinin büyüklükleri insanı şaşırtıyor. 'Hamamlardan topluyoruz’ diyor işyeri sahibi… Bahisler yüz Liraya (bin frank) kadar çıkıyordu.

İstanbul'a göç eden sanatçılar içerisinde çok sayıda ressam vardı. Almış oldukları klasik-akademik eğitim ve yetenekleriyle, yabancı resme olan talebi değerlendirerek kısa zamanda ön plana çıktılar. Özellikle suluboya tekniğinde fevkalâde başarılı olan sanatçıların, yağlıboya dahil her türlü malzeme ve yüzeyde, yumuşak ve parlak renkleri tercih ettikleri, ışık oyunlarının hâkim olduğu başta Boğaziçi ve Haliç peyzajları ile tarihî yerleri konu alan çalışmaları yoğun talep görmüştür. İstanbul'da yaşayan kentsoylu ve aristokrat aileler sayesinde, yetkin oldukları portre ve azınlık tarafından gelen talep üzerine de natürmort çalışmalara ağırlık vermişlerdir. 

 


 

(Two Figures, 1921, Gritchenko, Guaş ve kara kalem)

Rus ressamı Alexis Gritchenko 16 Kasım 1920'de İstanbul'a gelmiş, İbrahim Çallı, onu Tophane'de sulu boya resim yaparken görmüş, resimlerini beğenip ve evine davet etmişti. Gritchenko, Çallı'nın evinde aylarca konuk olmuştur. Gritchenko'nun çalışmaları, Çallı üzerinde büyük bir etki yaratacaktır.   Gritchenko 1921 yılında Paris’e gitmiştir.  

Mülteci sanatçılar yapıtlarını ilk kez, Elhamra (Alhambra) Sineması yakınlarında, hediyelik eşya satan ‘Grigorian’ isimli dükkânda, 9 Ekim 1921 tarihinde sergileyerek kamuoyu ile paylaşmışlardır. İstanbul Rus Ressamlar Birliği, 1 Ocak 1922’de kurulur. Birlik üyeleri dokuz sergi açar ve durumları biraz düzelir. Birliği kuran ressamların çoğu daha sonra Avrupa ve özellikle Amerika’ya gidecektir. Bu dönemde İstanbul'da bulunan Beyaz Rus ressamların önemlileri; Vassili Yosifovich Ivanoff, Dimitri Vassilievich Ismailovitch, Vladimir Feodorovich Zender, Vladimir Konstantinovich Petrov, Nicholai Becker’dir.

 

(Plaj, İbrahim Safi)

Kazak asıllı olan İbrahim Safi (Rahman Safiev), 1918 yılında Beyaz ordu ile Türkiye'ye gelmiş ve İstanbul’a yerleşmiştir. Moskova’da başlamış olduğu resim eğitimine, Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nde devam etmiş, 1923 yılında üstün başarı ile mezun olmuştur. 1936’da Türk vatandaşı olmuş, 4 Ocak 1983 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir.

 


Falcı Kız, Naci Kalmukoğlu

Nikalai Kalmikof Kharkow Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitim aldı. Ailesiyle birlikte Beyaz Rus göçüyle İstanbul’a geldi. 1936 yılında Türk vatandaşı olan ve Naci Kalmukoğlu adını alan sanatçı Haliç, Boğaziçi ve Adalar’a dair peyzajlar resmeder. Tarihi şahsiyet ve olaylara ilişkin figüratif çalışmalar, nü çingeneler ve natürmortlarıyla ünlüdür. 3 Şubat 1951 günü yaşadığı apartmanın penceresinden düşerek şüpheli bir şekilde vefat etmiştir.



İstanbul’un eğlence kültürü üzerindeki etkilerine ek olarak bu yıllarda mültecilerin yemek kültürü üzerindeki etkileri de yadsınamaz. Rejans, Turkuaz, Ayaspaşa Rus Lokantası, Garden Bar, Maxım, Moscovite, George Carpitch, Medved, Rose-Noire, Splendid, Cherezade, Novotny Otel ve Lokantası, Kievski, Kit-Kat Bar ve Restoran, Dulber Restaurant De Caucasse-Dulber Cafe, Sarmatov, Dore Petrograd Nisuaz ve Ankara Pastanesi çoğunlukla Beyaz Ruslar tarafından açılan ve rağbet gören yerlerdi. 


 

Türk kültürü Rus yemekleri ile tanışmıştır. Bu mutfak yemek örnekleri arasında, Borç çorbası, Kiev usulü Tavuk, Blini isimli bir tür Rus pidesi, Karski şaşlık (Kars usulü şiş kebabı), Piroski (kıymalı ve sebzeli çeşitleri olan kapalı  poğaça) vardır. Rusların sokaklarda araba içinde satışını yaptığı Ponçik isimli reçelli, çeşitli renklerde olan poğaça da sokak lezzeti olarak Türk kültürüne girmiştir. Rus Çarlığı’ndan gelen Saray soylularının halkın arasında el arabası ile satış yaparken bağırmaları bile kibar ve nazik tavırlı olmaları, İstanbul halkı arasında hem hayranlık, hem de şaşkınlıkla karşılanmıştır.

Tepebaşı’nda eski Bonmarşe’nin yerinde Le Grande  Cercle Moscovite de önemli bir lokaldi.1925’de George Karpitch tarafından devralındı ve sahibinin adı altında yeniden açıldı. Karpiç Efendi, İstanbul’luları hızlı yemek yeme huyundan vazgeçirmeye çalışıyordu. Karpiç garsonlarına “Çorba ile etin arasına sekiz dakikadan az zaman koyarsanız ben de sizi kovarım… Hangisi işinize gelirse… Zevkle yemek yemeğe alışmalılar… ” diye ısrar ediyordu. Atatürk’ün teşvikiyle 1928 de lokantasını Ankara Ulus’taki Taşhan’a taşıdı. 1953 de kapandı. Ankara’nın ilk üst düzey lokantasıydı.

 Taksim Maksim Gazinosunun bulunduğu yerde 1920'lerde Maxim Bar ve Lokali vardı. Maxim'in kurucusu Maxim Frederick Bruce Thomas (1872-1928) eskiden köle olan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir.

1894 da Londra’ya geçer. Avrupa’da çeşitli şehirlerinde bulunduktan sonra 1899 yılında siyah bir Amerika’lının şaşkınlıkla karşılandığı, siyah beyaz ayrımının olmadığı Rusya’ya yerleşmeye karar verir. Moskova’da yaşadığı 19 yıl süresince ismini Fyodor Fyodorovich Tomas olarak değiştirir ve iki kez evlenir. Rus vatandaşı olur ve şehrin tiyatrolar, restaurantlar sahibi bir zengini haline gelir. Bolşevik ihtilali sonrasında tüm taşınmazlarını Rusya’da bırakarak 1919 yılında İstanbul’a kaçar. Devrim öncesinin zengini, bu kez İstanbul’da elinde kalan son bir avuç para ile 1921 yılında Maxim’i açarak Türkiye’ye jaz müziğini tanıtır ve ikinci kez milyoner olur. Dönemin yabancı düşmanlığı ve kendisinin müsrifliği sonucu sıkıntılar yaşar, 1927 yılında Maxim elinden çıkar. Borçlarından dolayı hapse girer ve İstanbul’da 1928 yılında hapishane de ölür.

İstanbul'a pasta zevkini aşılayanlar Rus göçmenlerdi. İstanbul’un seçkinleri artık muhallebicilere değil pastanelere takılıyordu. Kaçamaklar pastane köşelerine kayıyordu. Giderek pastane tutkusu yaygınlaştı. Mütareke yıllarında İstanbul'un dört bir yanında açılan pastanelerde servisleri Rus bayanlar yapıyordu. Beyoğlu’ndaki en önemli pastanelerden birisi de 1920 yılında açılan Petrograd Pastanesi’ydi. Sabaha kadar açık olan ve enfes tatlıları ile meşhur olan bu yerde özellikle tatil günü olan Cuma günleri yer bulmak mümkün değildi.


 

Osmanlı İmparatorluğu’nda denize girme ve denizden balık yemek bilinci tam anlamı ile oluşmamıştır. Bu yüzden Saray erkânı hariç Marmara Denizi’nden çıkan balıkları yiyen halk olmamıştır. Ruslar sayesinde Türk halkı balık çeşitlerini yemeye alışmıştır. Özellikle Palamut, Lakerda, Uskumru, Uskumru Dolması, Karides, Kalamar,Kalamar Dolması, Midye Güveç, Midye Tava, mezelerden Tarator yer almıştır. İkinci Mahmut döneminde başlayan sadece Saraya ziyarete gelen yabancı misafirlere yapılan Boğaz tekneturları halk arasındada yapılmaya başlanmıştır.


Her şeye rağmen bir gün ana vatanlarına dönebilme umuduyla yaşayan Beyaz Rusların evlerinde çarlık döneminden kalma kağıt paraları, madalyaları ve umutlarını sakladıkları “Haraşo bohçaları” bulunduğu anlatılır. Görkemle rezaletin harmanlandığı ‘haraşo fırtınası’ Beyaz Rusların çoğunun Fransa, Amerika ve Arjantin’e vize almasıyla durulur. Vize alanların arasında Gürcü Prensi Medivani de vardır. Bu arada yatırım yapmayı başaranlar veya bir Türk’le evlene Ruslar İstanbul’da sürekli kalmayı başarırlar.



Beyaz Ruslar kaldıkları süreç içerisinde kendilerine yardım eden başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Halife Abdülmecit ve çeşitli yardım kuruluşlarına teşekkürlerini 1924 yılında Spassibo (Şükran) isimli bir kitap  yayınlayarak göstermişlerdir.

İstanbul’un sosyal ve maddi hayatını baştan aşağıya değiştiren Rus misafirlerin geriye bıraktığı miras ise bugün hala canlılığını korumaktadır.

Göçmenlik tüm bu Beyaz Ruslar özelinde bakıldığında hem kayıpların hem yeniliklerin olduğu, iki uçta duyguların yaşanabileceği, duygusal olarak hem zorlayıcı hem de geliştirici bir eylem olarak yaşamın bir gerçeği.

Bir adam kaç defa yukarı bakmalı,

Gökyüzünü görmeden önce?

Bir adam kaç kulağa sahip olmalı,

Ağlayan insanları duyabilmeden önce?

Kaç ölüm sürecek onun bilmesi,

Bir çok insanın ölmüş olduğunu?

Cevap arkadaşım, rüzgarda esiyor.

Rüzgarda esiyor


Teşekkürler;



 

 

Yorumlar

Popüler Yayınlar