Kısa Bir Bratislava Turu

Viyana’daki otelimizden sabah kahvaltısının ardından yaklaşık 1,5 saatlik bir yolculuğun ardından Slovakyanın başkenti Bratislava şehrine vardık. Tuna Nehri kıyısında yer alan şehir hem Avusturya’ya hem de Macaristan’a sınırı var. Bratislava’da yaklaşık üç saatlik bir süremiz var. Sadece eski kenti gezebileceğiz.

Eski kenti gezmeden arkamıza Tuna üzerinde modern köprüyü (Nový most) resmedelim.



Zamanımız kısıtlı olduğu için her yeri gezemedik. Ancak şehrin eski bölümü ufacık, şirin bir yer, şehre girişte yeni yerleşimler komünizmden esintili apartmanlar ilk gözümüze çarpan binalar. Otobüs şoförümüz ne kadar güvenli araba kullanıyorsa bir o kadar da yanlış yolara girme konusunda usta. Bu vesile ile sokak aralarından bu apartmanları izleme olanağı bulduk. Günlerden Pazar ve saat 10.00. Şehir yeni uyanıyor. Ancak yine de şehir hızla modernleşmekte. AB nin katkıları büyük. Slovakya;1989 yılında bizlerin Coğrafya derlerinden kalan adı ile Çekoslovakya ile birlikte o dönemde kadife devrim denen geçişle komünist rejimden çıkar. Daha sonra 1 Ocak 1993yılında ilkokul – lise yıllarımızdan kalan atlaslarda tarih olan Çekoslavakya; Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye ayrılır (Atlaslardaki “O” nereye gitti bilinmez). 2004 yılında Avrupa Birliğine katılır. Bratislava, Slovakya’nın 450.000 nüfuslu başkentidir. Şehir Tuna Nehri kıyısında kurulmuş ve dünyada sadece 2 şehirde olan 2 ülkeye sınır olma özelliğine sahiptir. Bir tarafta Avusturya ile diğer tarafta ise Macaristan ile sınırdır.

Tuna’nın kıyısında otobüsümüzden indik. Karşımızda Bratsilava kalesi.



Eski şehrin üzerinde bulunan tepeye yapılmış kale, Bratislava hakkında yazılı kayıtlarda bulunan ilk yerdir. Bu yazılı kayıt; 907’de yazılmış olan Salzburg anıtlarıdır. Yazıda Bavyeralılar ve Macarlar arasında geçen savaş anlatılmaktadır. Kalenin ilk sahiplerinin Keltler olduğu düşünülmektedir. Keltlerin kaleye verdikleri isim ise Oppidum’dur. Yüzyıllar boyunca Roma İmparatorluğu’nun sınırında bulunan kale, Büyük Moravian (Çek) İmparatorluğu sırasında heybetli bir şekilde büyütülmüş ve o zaman için önemli ve belirgin bir merkez hâline getirilmiştir. 10. yüzyılda Bratislava büyüyen Macaristan’ın önemli bir bölgesi olmuştur. Kalenin içine taş bir saray ve onun uzantısı olan taş bir kilise; St. Saviour yapılmıştır. 15. yüzyıla gelindiğinde ise, Luxembourg Hanedanı'nın son imparatoru Sigismund’un hükmüyle kale, gotik stille yeniden yapılmıştır. Bu dönemde kaleye yedi metre uzunluğunda yeni bir giriş kapısı; Sigismund’s Gate eklenmiştir. Kral Ferdinand 16 yüzyılda Rönesans stiliyle kaleyi yenilerken, 17. yüzyılda Maria Theresa barok stilini daha uygun görmüştür. Özetle Bratislava Kalesi her döneme göre yenilenmeye devam etmiş, sürekli yenilenen şehre ayak uydurmuştur. Bratislava Kalesi’ne çıkarsanız tüm şehri ve Tuna Nehri’nin manzarasını mükemmeldir.

Rybne meydanındaki Trinty sütunu ve heykeli. Bir de şehir meydanında var daha ihtişamlı.



İlk durağımız St. Martin Katedrali. Bratislava Kalesi’nin karşısında bulunan katedral, Macar krallarının ve kraliçelerinin taç giydirme törenlerinin yapıldığı, tarihi 14. yüzyıla uzanan bir yapıdır. St. Martin tacın üzerine konulması için bir haç yerine altın bir yastık kullanılmasını uygun görmüştür. O günden sonra bu katedral, dini bir yapı olmanın dışında yeniliklere açık oluşunu kanıtlamıştır. Katedralin kulesi tamirde. En ucunu fotoğraflayabildik.



Yürüyerek şehri turlarken kraliçe tacı şeklinde bakırdan yapılmış izleri takip ederseniz. Maria Teresa’yı izlemiş olacaksınız. Bu izler şehrin sıfır noktasının belirtildiği Michael’s kapısındaki noktaya kadar gidiyor.

Yol üzerinde bir diğer durağımız Jan Palffy Kontu tarafından yapılan saray. İçerisini göremesek de cam üzerine yapılmış Gotik resimler, 17. yüzyıl usta ressamlarının resimleri, 13. yüzyıla ait tarihi eserler tüm güzellikleriyle sergilenmekte. Bazı günlerde modern sergilere yer verilmektedir.



Biraz ileride karşımıza bugün ayakta kalabilmiş dört kapıdan sonuncusu olan St. Michael’s Kapısı çıkıyor. Bratislava’nın ortaçağdan kalma en eski kapısı üzerinde barok stili bir ejderha bulunur.



St. Michael Kapısı’nın hemen altında yukarıda bahsettiğim şehrin sıfır noktası var. Dünya şehirlerine olan uzaklıkları yazılmış ve İstanbul da doğal olarak bu şehirler arasında yerini almıştır.1543’te Osmanlı, Estergon’u fethedince kardinal kaçıp bu kapıdan geçmiş ve kapının arkasındaki tarihi yapıtları ve binaları büyütmüş.




Michael kapısından geçip dar aralıkta eski binaların alt katları modern ve zevkli bir şekilde döşenerek, küçük kafeteryalar ve restoranlar hâline getirilmiştir. Michael Kulesi ve Michael Kapısı’nın arasında bulunan 130 cm genişliğindeki, 3 katlı ev turistlerin yoğun ilgisiyle karşılaşmaktadır. Bu yapı, Avrupa’da bulunan en dar evdir.



Michael kapısından ileriye devam ederseniz eskiden tahta ancak 1927 yılından beton olarak inşa edilmiş köprüden geçip eski ve yeni şehri ayıran meydana çıkarsınız. Burada tam karşınızda gördüğünüz kilisenin adı da Trinity (Bkz. Viyana’dan İzlenimler). Kilise 1529′da Osmanlı Savaşı sırasında yıkılan St. Michael Kilisesi’nin yerine inşa edilmiş. Kilisenin yapımına 1717′de başlanmış ancak bitirilişi 1727. Eski şehir alanında 18. yüzyılda inşa edilmiş ve bugün Başkanlık Sarayı olarak kullanılan binayı göreceksiniz.

Biz geriye dönüp dar sokaklardan eski şehir (old city) meydanına ilerledik. Eski şehrin meydanında (Hlavne Meydanı) ortada büyük bir havuz (Maximilian Çeşmesi ) ve havuzun kenarında ahşap kulübeler içinde hediyelik eşya satıcıları ilginç objeler, buzdolabı süsleri ve tişörtler satıyorlar.





Meydanda yemek yiyebileceğiniz şirin yerler de var. Meydanı çevreleyen renkli binalar, barok ve Rönesans etkilerini üzerlerinde taşımakta. Mozart ve Franz Liszt işte bu yüzyılın isimleri bir zamanlar şehrin kalbi Hlavne Meydanında ilk sahne gösterilerini yapmışlardır. Macar Kraliyeti’nin ilk üniversitesi; Academia Istropolitana burada kurulmuştur. Eski belediye binası ise, 500 yıl boyunca bu şehrin yönetildiği tarihi mekândır.

Eski şehrin içinde çeşitli heykeller karşınıza çıkıyor. En ünlüsü “Cumil”. Yerde logar kapağından çıkar gibi duran, bronzdan bir heykel. Ancak o gün Cumil’in yanında Avrupa kentlerinde sıkça rastladığımız heykel gibi duran insanlardan birisi de gelip geçeni epey korkuttu.




Şehrin ana meydanına girdiğinizde bir banka yaslanmış bronz Napolyon heykeli ile fotoğraf çektiren Seavl hocamızın resmi aşağıda. Cumil ve Napolyon heykellerinin de sembolik anlamları var. Cumil 1997 yılında Korzo’nun yani eski şehrin yeniden inşasını anlatmak amaçlı olarak, Napolyon heykeli ise 1805 yılındaki istilayı hatırlatmak için yapılmış. Nöbetçi asker, fotoğrafçı diğer heykeller.



Aşağıdaki fotoğraflar Yılmaz hocamın kamerasından;





Ana meydanın hemen köşesinde geçmişin tatlarını bugüne taşımayı başaran Cafe Mayer bulunuyor. Resimde solda.


1878’de açılmış olan kafenin karşısındaki kuyunun altında eski zamanlardan kalma kemikler ve kaplar bulunuyor. Osmanlı döneminden kalma olduğunu belirten bir yazı da vardı. Kötü bir resim oldu.

Güneşten ve camın pisliğinden çekemedim.

Meydanın bir tarafında ulusal tiyatro binası;



Diğer tarafta meşhur Carlton Hotel;



Ve üç saate sığdırdığımız Bratislava macerasından birkaç kare daha;







Evet netice olarak Bratislavayı gördük mü ? Gördük. Ancak bir Garlic yemeden, Bratislava kalesine çıkmadan old town'daki diğer ara sokakları gezmeden, Michale kulesine çıkmadan Bratislava yarım kalacak.Kominist rejimden kalma mı ne? insanlar oldukça soğuk. Alışverişte yemek yerken hep işlerini yapıyorlar. Soğuk bir ifade. Bakalım Prag ve Çekler nasıl? Çıkalım yola dört saat sürecek bir yolculuk sonunda hedef Prag.

Yorumlar

Adsız dedi ki…
I would like to exchange links with your site cemkaragozlu.blogspot.com
Is this possible?

Popüler Yayınlar